İZLERKEN İNSANIN İÇİNİ TİTRETEN BİR BELGESEL: BENİM ÇOCUĞUM
“Benim Çocuğum” belgeselini izlemeyen var mı? Umarım bu yazıyı okuduktan sonra tüm okurlarımız bu eşsiz ve öğretici belgeseli izleyerek, bambaşka bir bakış açısına sahip olabilirler.
Önce belgeselimizle ilgili birkaç bilgi
verelim: 2013 yapımı bir Türk belgeseli olan “Benim Çocuğum”un yönetmenliğini
Can Candan üstlenmiştir. Türkiye’deki LGBTİ+ bireylerinin ebeveynlerin,
çocuklarını doğdukları gibi kabul etme sürecini, ve kabul etmenin onları
mutluluğa götürdüğünü anlatan “Benim Çocuğum”, LİSTAG örgütündeki aileler ile
röportajlardan oluşmaktadır.
Aileler,
çocuklarının LGBTİ+ bireyi olduklarını, ilk önce maalesef bulundukları haldeki
rahatsızlıklarıyla, mutsuzluklarıyla anlamaya başlıyor. İlk adım: Şüphe.
Ailelerin
“Yoksa? Olabilir mi? Yok canım benim kızım/oğlum öyle olamaz.” Aşamasına
gelmesinin ardından, bu sefer çocuklardan bir adım geliyor: Açılma.
Bazı çocukları aileleri anlatmaya zorlarken, bazıları bunu saklamanın
artık onlara yük olduğunu fark edip bir LGBTİ+ bireyi olduklarını açıklıyorlar.
Bazı çocuklar için bu aşamada çok sorun çıkmıyorken, bazıları şiddete varan
tepkilerle karşı karşıya kalabiliyor.
Maalesef ki, Türk toplumunda LGBTİ+ bireyi olmak, hatta LGBTİ+ birey
ebeveyni olmak gerçekten çok zor. Varoluşları sebebiyle ötekileştirilen çocuklar
ve aileleri,LİSTAG’da bir araya gelerek birbirlerine destek olabiliyorlar.
Aileler,
ne yazık ki bu durumu başta hastalık olarak tanımlayıp doktorla görüşmek
isteyebiliyorlar. “Bu çocuk ne oldu da böyle oldu? Yetiştirme tarzım mı
hatalı?” gibi söylemleri duyuyoruz belgeselde. Ebeveynler, LGBTİ+’ın ne demek
olduğunu bile yeni yeni öğreniyorlarken bunu kabullenme aşamalarını dinlemek
çok güzel bir deneyim.
Belgesel’den bir alıntı: ‘’Kimse bana, böyle çocuklar da var, demedi!’’
Aslında bu cümleyle beraber, bu konudaki
bilgilendirme ve farkındalığın ne kadar yetersiz olduğunu görüyoruz.
Eşcinsellerin varlığını inkar eden, “yokmuş gibi” davranan bir toplumda,
maalesef ki aileler de en az çocukları kadar baskı görüyor dışarıdan. Bu
belgeselde çok güzel ifade ediliyor.
Aileler kabullenmeyle birlikte mutluluğa kavuşuyor ve bu aşamada LİSTAG
çok önemli bir rol üstleniyor. Aileler, aslında kabullenebilmek için derneğe
başvuruyorlar, Ve kabullenmek, onları rahata erdiriyor.
Aileler kabullendikten sonra, akrabaları da duymaya başlıyor ve bu sefer
akraba baskısı devreye giriyor ve çevre daima anne ve babanın yanlış
yetiştirmesinden ötürü çocuklarının LGBTİ+ birey olduğunu iddia ediyorlar. Bu
da: Suçlanma.
Akrabadan, çevreye yayılan bu bilgi insanları şaşırtıyor bazen. “Böyle
eşcinsel mi olur?” sorusu geliyor akıllara, çünkü her kavramın içini boşaltıp o
kavramı küçültüyoruz ve LGBTİ+ birey denince akla sadece karşı cins gibi
davranmaya çalışan bir insan tipi geliyor ki işin aslı hiç öyle değil.
Kabullenilmesi gerekeni, aileler LİSTAG adı verilen toplulukta öğreniyorlar ve
belgesel de kabullenilmesi gerekeni yani bunun bir hastalık olmadığını, oldukça
doğal ve değiştirilemez bir durum olduğunu izleyicilere de aktarmak için
yapılmış.
‘’Cinsiyet kimliği 3 yaşına kadar oluşan
bir olgu!’’
“Benim duygularıma neden hastalık deniyor?”
Belgeselin en son değindiği nokta ise, nefret suçları. En çarpıcı yer de
burasıydı benim için.
“Benim çocuğumu dünyaya sığdıramadınız!”
Bir annenin feryadı nefret suçlarıyla
ilgili her şeyi açıklamaya yetiyor.
Cinsiyet kimliğini bahane ederek her yıl
onlarca LGBTİ+ birey katlediliyor. Gelin, herkesin farkındalığa sahip olduğu
bir gelecek yaratalım ve her gün nefret suçu işlenen bir yerde yaşamak yerine,
herkesin farklılıklarını değerli görüldüğü, huzur içinde yaşayan bir toplum
inşa edelim!
Yorumlar
Yorum Gönder